27 Kasım 2014 Perşembe

Desiderius ERASMUS

İsterseniz, insanlar arasında dağıttığım bu iyilikle, tanrıların yaptığı değişimleri karşılaştırın. Burada, öfkeliyken yaptıkları değişimlerden bahsetmeyelim. Teveccühlerinin en büyük belirtileri sayılanları inceleyelim. Ölüm döşeğindeki dostlarına tanrılar ne yapar? Onları ağaca, kuşa, ağustos böceğine, hatta yılana dönüştürürler. Ancak böyle, doğa değiştirmek ölmek değil midir? Bana gelince, ben insanı, incitmeden hayatının en mutlu, en tatlı anlarını geri getiriyorum. Ah! İnsanlar, bilgelikten tamamen vazgeçerek bütün yaşamlarını benimle geçirseler. Böylece kederli bir ihtiyarlıktan habersiz olurlardı ve sürekli bir gençliğin büyüsü, üzerlerine sevinç ve mutluluk saçardı!
Felsefe veya başka bir güç, oldukça ciddi bir şeyi incelemeye koyulan şu güçsüz, dertli, neşesiz kimselere bakınız. Birbirinden ayrı birçok düşüncelerle çalkalanan ruhları bünyelerini etkiler. Bedenlerindeki ruh uçar; nemli kökleri kurur ve genellikle, genç olmadan ihtiyarlar. Benim delilerim, tam aksine, her zaman semiz ve tombuldurlar, yüzlerinde sağlığın, parlak aydınlığını taşırlar. Neredeyse her biri bir Arkanya domuz yavrusu gibi. Şüphe de yok ki, bilgelik biraz kendilerine bulaşmamış olsaydı, ihtiyarlığa özgü sakatlıkların hiçbirini hissetmeyeceklerdi. Fakat insan, dünyada tamamen mutluluk için yaratılmamıştır.

David Lynch

                    ‘’Hayatım, bu sadece bir film. Çok da ciddiye almana gerek yok.’’

   Sinemayla içli dışlı biri olarak yazacağım ilk konuyu çok sevdiğim yönetmenlerden biri olan David Lynch üzerine yapmak istedim. Simgesel ve karmaşık anlatımıyla izleyicinin aklını karıştırmayı seven ve Amerikan sinemasının en kışkırtıcı yönetmeni olarak tanımlayabileceğim David Lynch’in filmleri kadar yaşamı da ilginç ayrıntılar içerir. 20 Ocak 1946 tarihinde ABD’de doğan Lynch, Pennsylvania Güzel Sanatlar Akademisi ve American Film Institute’de eğitim aldı.  1977’de çektiği siyah-beyaz filmi ‘’Eraserhead’’ ile tanındı. Filmlerinde gerçekçiliğe farklı bir boyut katan Lynch, bu yolda insan adlı varlığın doğasını araştırırken izleyiciyi kendi bilinçaltının sanatsal yansımasıyla tanıştırıyor Yönetmen, sinemanın yanı sıra mobilya tasarımı, resim, gibi sanat dallarının hepsinde başarılıdır. Bunların yanında çizgi romanlar yazan ve Blue Bob adlı heavy metal grubunda gitar çalan Lynch çok yönlü bir sanatçıdır. ‘’Sinemanın asıl büyüsü, gücü; içgüdülerle hissetmekte, insanların tuhaf ve unutamayacakları bir hisle filmden ayrılmalarını sağlamakta yatıyor…’’ Diyen yönetmenin bilinçaltına itilmiş korkuları su yüzüne çıkardığı ve çoğu izleyici tarafından ‘fazlasıyla tuhaf’ bulunan kabus havasındaki filmleri sürrealistik kült filmler mertebesine yükselmiştir. Filmlerinde kendinin de büyümüş olduğu küçük kasabaları ve Amerikalıların garip yönlerini işlemekten hoşlanan Lynch, rahatsız edici karakterleri, karanlık yerleri, iyi ve kötü olarak ayrışmış dünyayı filmlerine yansıtmayı seviyor. Ayrıca ‘İkiz Tepeler’de Chris Isaac ve David Bowie, ‘Dune’da Sting ve ‘Kayıp Otoban’da da Marilyn Manson’a rol vermesi onun sevdiği şarkıcılarla birlikte çalışmaktan hoşlandığını gösteriyor. David Lynch’in ve filmlerinin şöyle bir özelliği  vardır; orta düzey bir karar veremezsiniz, ya nefret edersiniz ya da çok seversiniz. Lynch bir psikoloğa gitmeyi düşündüğünü, fakat psikoloğa ‘’Bu yaratıcılığımı engeller mi?’’ diye sorduğunda ‘’Evet olabilir.’’ Cevabını almasıyla vazgeçtiğini söyler. Bu, sinemasının kendi sapkınlığının, hayal gücünün, belki de kabuslarının dışavurumu olduğunun kanıtıdır. David Lynch filmleri kurgudan çok, görüntü ve sesten oluşan rüyasal yapıtlara benzer. Kurgular çözülmek için değil, aksine filmde kendinizi kaybetmeniz için vardır. İnternetteki eleştirilerde Lynch filmlerindeki karakter ve olayların çoğu zaman birbirinden farklı birçok yorumlama, benzetme şeklinde yapıldığını görebilirsiniz. Başarılı filmlerden hiçbirinin asıl amacı insanı eğlendirmek olamaz, filmler sadece boş zamanlarda izlenip eğlenilen şeyler değillerdir. Benim gibi, hiçbir mesaj veremeyen, kültürel ve sanatsal açıdan hiçbir değeri olmayan filmleri izlemenin zaman kaybı olduğunu düşünen herkese David Lynch filmlerini tavsiye ederim. Filmleri anlamamanız bir sorun değildir, zira kendisi yıllardır ‘’Benim filmlerimi anlamaya çalışmayın.’’ Der. David Lynch filmlerini tam anlamıyla anlamaya çalışmak içinde elma olmayan bir labirentte elma aramaya benzer. Eğer Lynch’i bir yönetmenle karşılaştırmam gerekse bu Lars Von Trier olurdu. Bazıları alakaları olmadığını söylese de, kişilik bakımından benzer olduklarını düşünüyorum.

   İzlerken ‘’Zaten ne anlattığını falan geçtim ne zaman görsem çakılıp kalıyorum ben o filmin karşısında, tekrar tekrar görmek istiyorum o sahneleri.’’ Diyebileceğiniz filmlerle karşınıza çıkan Lynch için gezindiğim internet sitelerinden birinde ‘’Cebi taşlarla dolu bir deli’’ sıfatının kullanıldığını görmüştüm ve bu gerçekten çok hoşuma gitti. Birkaç filmini izleyip yönetmenin ruh hali hakkında düşünürseniz bu sıfatın komik bir şekilde Lynch için inanılmaz uygun kaçtığını görebilirsiniz. Yazıma çok sevdiğim sözlerden biriyle son vermeyi düşünüyorum; ‘’Zihniniz birçok harika ve güzel şeyi dizginleyebilir. Mantık ve sebep aramaksızın her zaman başka bir şey, görünmeyen bir şey mevcuttur. Dünya sonlu olmaktan çok, sonsuz bir yerdir.’’ 

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Stephen Chbosky - The Perks of Being a Wallflower (1999)





Bu benim ilk kitap eleştirim. Uzun zamandır bir film ya da bir kitap hakkında eleştiri yazmak istiyordum, kısmet bu kitabaymış. The Perks of Being a Wallflower, Stephen Chbosky tarafından yazılmış, daha sonra tekrar Stephen Chbosky tarafından sinemaya uyarlanmış bir yapıt, Amerikan edebiyatının en iyi örneklerinden biridir. Bu kitabı bitirdikten sonra düşündüğüm ilk şey, Stephen Chbosky'nin düşüncelerime erişebildiği ve beni herkesten daha iyi anladığı olmuştu çünkü ana karakter olan Charlie'yi kendime çok yakın bulmuştum. Tekrar ve tekrar okudum, bu kitaptan sıkılacağımı hiç düşünmüyorum. Ayrıca filmde kullanılan müzikleri de çok başarılı bulduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Kitap liseye yeni geçmiş olan, bol bol kitap okuyan ve ileride yazar olmak isteyen Charlie'nin kim olduğunu bilmediğimiz fakat kitabın sonunda o kişi sanki bizmişiz gibi hissettiğimiz bir arkadaşına lisenin ilk yılını anlattığı mektuplardan oluşmaktadır. Ayrıca Amerikan gençliği ve lise hayatına çok farklı açılardan bakmakta olan bu kitap çoğu eleştirmen tarafından 21. yüzyılın ''The Catcher in the Rye''ı olarak nitelendirilmektedir. ''A Separate Peace'' ile benzeştiğini söyleseler de ben pek benzer bulmuyorum. 




Konudan biraz bahsetmek gerekirse, kitaptaki Charlie çok iyi kalpli fakat bir o kadar utangaç bir çocuktur, Charlie daha çok küçükken çok sevdiği teyzesi doğum gününde ona hediye almaya giderken trafik kazası geçirip öldüğü için Charlie bundan kendini sorumlu tutar ve teyzesini düşünmeden edemez. Ruhsal sorunları olan Charlie'nin ortaokuldaki tek ve en iyi arkadaşı olan Michael kendisine hiçbir şey söylemeden, hiçbir not bırakmadan intihar ettikten sonra Charlie'nin durumu daha da kötüye gider. Psikoloğa gidip biraz iyileşmeye başlayan Charlie liseye geçtiğinde hala kendini yalnız hissetmektedir. Okulda sevdiği ve anlaştığı tek kişi İngilizce öğretmeni olan Charlie bir okul maçında üst sınıflardan iki kardeşle tanışır, Sam ve Patrick. Kardeşler Charlie'yi gruplarına alırlar, uzun zaman sonra arkadaş edinen Charlie çok mutludur. Müzik zevki ve fikir olarak tam anlamıyla uyuştuğu bu iki kişiyle çok yakın arkadaş olan Charlie zamanla Sam'e aşık olur ve o bir yıl içinde olan olaylar, Charlie'nin olaylara karşı geliştirdiği duygularla beraber mektuplarda anlatılır. 
Kitapla ilgili benim en çok hoşuma giden şeyler ise tamamen samimi ve akıcı bir dille yazılmış olması, hiç sıkmaması ve ilgi çekici olayların yaşanması. Olayların ilgi çekiciliği de yaşanılabilirliğinden kaynaklanıyor. Chbosky gençlerin birbiriyle olan iletişimlerini, geleceğe karşı bakış açılarını, karamsarlıklarını, umutlarını, hayallerini o kadar güzel yansıtmış ki okudukça ''Bu bizim gerçeklerimiz.'' diyorsunuz. Daha fazla ayrıntıya girerek bu yazıyı okuduktan sonra kitaba başlayacak olanların okuma zevkini bozmak istemiyorum. Kitabın 2013 basımında üstüne iliştirilmiş bir not olarak bize sunulan sözle yazıma son vermek istiyorum. 
''Büyümek diye adlandırılan kesif ve vahşi dünyanın lunapark treninde.''

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Cinéphilie


     Tuhaf güzellikte yeşil çimenler... ve muhteşem gümüşi denizlerin. Daha yakından görmek istediğim gizemli dağların. Yoldan çıkmış makinemi indirebilir miyim? 



    Ben gözü doymak bilmeyenlerden biriydim, her zaman perdeye en yakın otururken bulabileceklerinizden biri. ''Niye bu kadar yakın oturuyoruz?'' Görüntüleri hala yeni ve tazeyken, ilk olarak biz görmek istediğimiz için olabilir. Arkamızdaki koltukların tozlarını temizlemeden önce. Sıra sıra, izleyici izleyici, arkaya yayılmadan önce. Yıpranıp, ikinci ele düşüp, bir posta pulu boyutunda makinistin kabinine dönünceye kadar. Belki de perde gerçekten bir perde görevi görüyordu, bizi dünyadan gizliyordu.
     Ama 1968 yazında bir akşam dünya perdeden taştı. ''Karanlık bir grubun şüpheli menfaatlerine itaat ederek Bakan Malraux, Hengri Langlois'i kapı dışarı etti. Chaillot, hepimize özgür ve adil bir film kültürü anlayışı sundu. Şimdi bürokratik nedenler yüzünden, kültürün baş düşmanları özgürlüğün kalesini ele geçirdiler. Onlara karşı direnin! Özgürlük verilmez, alınır! Bütün film severler sizinle birlikteler.''
    Hengri Langlois Sinematek'i yarattı. Çünkü o filmleri mahzenlerde çürütmek yerine onları göstermeyi seviyordu. Her filmi gösterirdi, iyi, kötü, eski, yeni, sessiz filmler, westernler, korku filmleri... Bütün 'yeni dalga' yönetmenleri ustalıklarını edinmek için buraya geldiler. Burası modern sinemanın doğduğu yer. Langlois, hükümet tarafından kovulmuştu. Paris'teki tüm film düşkünleri protestolara katıldılar. Bu, tamamen kendimize ait bir kültürel devrimdi.
    Kalbimin küt küt attığını duyabiliyordum. Bunun polis tarafından kovalandığım için mi yoksa yeni arkadaşlarıma şimdiden aşık olduğum için mi bilmiyorum. Théo ve Isabelle. Politika, filmler ve Fransızların neden iyi rock grupları çıkaramadığını konuşup yürürken gecenin sonsuza kadar sürmesini diledim.
    ''Benim genç Matthew'um, ilham bir bebek gibidir. Dünyaya gelmek için güzel, uygun bir saat seçmez. Zavallı şairi hiç göz önünde bulundurmaz. Ama geldiğinde, gelmeye tenezzül ettiğinde bilirsin ki... Genç adam! Seninle konuşuyordum, dinlediğini sanıyordum.''
    ''Dinliyordum, özür dilerim, ben sadece...''
    ''Çakmağa sanki büyülenmiş gibi bakıyordun, nedenini bilmek istiyorum.''
    ''Isabelle'nin çakmağıyla oynayıp duruyordum. Gerçekten farkında değildim sonradan fark ettim ve bunun kabalık olduğunu düşündüm. O yüzden masanın üstüne bıraktım, ama şu karelerden birine diyagonal olarak çapraz koymuşum. Gördünüz mü? Bakın size göstereyim, o zaman fark ettim ki çakmağın uzunluğu köşegenin kendisiyle tam olarak aynı boyda. Ben de bu sefer kenarlar boyunca uzunlamasına koydum. Bakın, oraya da uyuyor. Ama buraya da uyuyor ve bu şekilde de uyuyor, bu şekilde de. Ve eminim bunu ikiye ayırsam o şekilde de bir yere uyacak. Dikkat ettim de, her şeye daha fazla baktıkça, bu masaya, üstündeki nesnelere, buzdolabına, bu odaya, burnunuza, dünyaya.. Aniden fark edersiniz ki şekillerin ve boyutların bir çeşit kozmik uyumu var. Neden olduğunu merak ediyorum. Neden olduğunu bilmiyorum. Ama olduğunu biliyorum.''
    ''Bayağı ilginç bir arkadaşınız var, zannediyorum ki bildiğinizden daha ilginç.''




    ''Sevgili anne, benden bu kadar kısa sürede haber aldığın için herhalde şaşırmışsındır. Ama benim yaşımda ve benimle aynı şeylerle ilgilenen çocukları olan ünlü bir Fransız yazara ait bir daireye taşındım. Doğru insanlarla arkadaş olmama çok sevineceğini biliyorum. Babama selam söyle, umarım bana hala kızgın değildir.''
 
    ''Şunu dinle, Matthew; 'Keaton'la Chaplin arasındaki fark düz yazı ile şiir arasındaki farktır, aristokratla serseri, eksantriklik ile mistisizm makine türü insanla melek gibi insan arasındaki.' Fena değil, değil mi?''
    ''İyiymiş. Yalnız benim için durum farklı, ben ikisini kıyaslamam bile.''
    ''Niye? Chaplin emsalsiz olduğu için mi?''
    ''Hayır, Keaton emsalsiz olduğu için.''
    ''Keaton'un Chaplin'den daha iyi olduğunu mu düşünüyorsun?''
    ''Kesinlikle öyle.''
    ''Ciddi olamazsın, delirmişsin sen. Eminim Jerry Lewis'in anlamını da kavramamışsındır.''
    ''Ah Jerry Lewis konusunu açma bile.''
    ''Isa, şu siktiğim plağını bir daha çalarsan kıracağım, anladın mı?''
    ''Ama sen Janis Joplin'i seversin.''
    ''Kapat şunu dedim Isabelle!''
    ''Dur! Matthew söyle hangi film?''
    ''Ne?''
    ''Birisinin 'tap dansı'nın başka birisinin delirttiği bir film söyle! Cevap veremezsen cezalısın.''
    ''Top Hat! Fred Astaire, Ginger Rogers'ın odasının üstünde dans ediyor ve onu uyandırdığı için Rogers küplere biniyor!.. Haklıyım.''
    ''Benim düşündüğümü mü düşünüyorsun?''
    ''Bande a Part''
    ''Neden bana öyle bakıyorsunuz?''
    ''Şey, Theo'yla benim uzun zamandır yapmayı düşündüğümüz bir şey var bunu bizimle yapması için doğru kişiyi bekliyorduk. Ve sanırım sonunda bulduk.''
    ''Neyi yapması için?''
    ''Bande a Part'ın rekorunu elinden almaya çalışmak. Üçünün Louvre boyunca yarıştıkları sahneyi hatırlıyor musun? 9 dakika 45 saniyelik dünya rekorunu kırmaya çalışıyorlardı. Onların rekorunu kıracağız!''
    ''Sizin için kolay, ben Amerikalıyım, bir yabancıyım. Yakalanırsam sınır dışı edilirim.''
    ''Yakalanmayacağız.''
    ''Bunu bilemezsin.''
    ''Bande a Part'ta yakalanmamışlardı.''



    ''9 dakika 28 saniye! Rekoru 17 saniye farkla kırdık!''
    ''Onu bizden biri olarak kabul ediyoruz.''
 
~ Bob Dylan - Queen Jane ~

İşlerin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Artık kartlar açıldı. Bir süre Theo ve Isabelle arasında ateşkes sağlandı. Ve sonra bir akşam..
 
    ''Öh! öh! öh!''
    ''Theo?''
    ''Hangi film? Hangi film?''
    ''Çarpı işaretinin cinayet yerini gösterdiği bir film söyle ya da cezayı çek, sen de matthew.''
    ''Ben mi? Ben ne yaptım?''
    ''Filmi söyle ya da cezayı çek.''
    ''Zaman doldu!''
    ''Film neydi?''
    '' 'Alkapon'. Howard Hawks, 1932''
    ''Peki ya ceza?''
    ''Bildiğin gibi, ben bir sadist değilim, Isabelle. Herkesi mutlu görmek istiyorum. Kimseyi dışarıda bırakmayacağım. O yüzden senin ve Matthew'un benim önümde sevişmenizi istiyorum.''
    ''Peki.''



  
    ''Isabelle, ailen bunu öğrenseydi ne yapardın?''
    ''Bu asla olmamalı.''
    ''Evet ama ya öğrenselerdi?''
    ''Kendimi öldürürdüm.''
 

    ''Theo, sana minnettar olduğumu bilmeni isterim. Bana kafede söylediklerinde haklıydın, ikiniz bir insanın iki yarısı gibisiniz. Ve şimdi benim, sizin bir parçanızmışım gibi hissetmemi sağladınız. İkinizin de.''
    ''Bir şeyi açıklığa kavuşturalım, tamam mı? Sen hoş bir çocuksun ve senden çok hoşlanıyorum. Ama, hayır bu her zaman üçümüz birlikte olacağız demek değildi. Sana başka bir şey daha söyledim hatırlıyor musun? Isa'yla benim ikiz olduğumuzu. Şaka yapmıyordum.''

Daireden artık neredeyse hiç çıkmıyorduk. Gece ya da gündüz olması umurumuzda değildi. Dünyayı arkamızda bırakarak denize doğru sürükleniyorduk.

    ''Clapton Tanrı, Matthew.''
    ''Tanrı'ya inanmıyorum, ama inansaydım, bu solak, siyah bir gitarist olurdu. Bu Chaplin ve Keaton değil. Bu Clapton'la Hendrix.''
    ''Clapton elektro gitarı yeniden yarattı.''
    ''Clapton elektro gitarı yeniden mi yarattı? Clapton elektro gitarı fişe takar ve onu akustik gitar gibi çalar. Hendrix elektro gitarı fişe takar ve onu dişleriyle çalar.''
    ''Şu anda Vietnam Savaşı'nda askerler var, onlar kimi dinliyorlar? Clapton'ı mı? Hayır. Hendrix'i dinliyorlar, doğruyu söyleyen adamı. Tamamen kafayı yemişler!''
    ''Vietnam'daki askerlerden mi bahsediyorsun? Orada ne yapıyorlar?''
    ''Savaştalar.''
    ''Köylüleri öldürüyorlar.''
    ''Onlar da ölüyorlar.''
    ''Çocukları öldürüyorlar, tarlaları yakıyorlar!''
    ''Onlar orada olmak istiyorlar, ölmek ve öldürmek istiyorlar.''
    ''Senin Vietnam'da olman gerekmiyor muydu?''
    ''Ben şiddete inanmıyorum. Şanslıyım, üniversitedeyim. Üniversiteye gitmeyen arkadaşlarım var ve onlar gözden çıkarılabilir. Ben çok şanslıyım. Hükümete 'Ben şiddete karşıyım, sizin savaşınıza katılmayacağım.' diyebileceğini mi sanıyorsun? Belki Fransa'da öyledir ama Amerika'da gitmek zorundasın, gitmezsen hapse atılırsın.''
    ''İnsanları öldürmek yerine hapse girmeyi tercih ederim.''
    ''Anlamıyorsun. 'Cahiers de Cinema'da okumuştum. Yönetmen bir röntgenci, sapık gibidir. Kamera sanki anne babanın odasının anahtar deliği gibidir. Ve onları gözetlersin, ve iğrenirsin. Ve kendini suçlu hissedersin ama başka bir yere bakamazsın. Bu da filmleri suç, yönetmenleri de suçlu gibi yapar. Sanki yasadışı olmalıymış gibi.''
    ''Desene yönetmen olma şansım da yok. Bizimkiler her zaman yatak odası kapısını açık bırakırlar.''
    ''Senin tiyatro yönetmen lazım, sinema değil.''
 


   ~ Jimi Hendrix - Hey Joe ~

    ''Seni seviyorum Isabelle.''
    ''Ben de seni seviyorum Matthew. İkimiz de seviyoruz.''
    ''Söylemek istediğim bu değildi.''
    ''Bize ne söylemek istiyorsun?''
    ''Beni sevdiğinizi söylemenizi istiyordum.''
    ''Söyledik işte.''
    ''Hayır sizin de beni sevdiğinizi söylediniz. Sizin de beni sevdiğinizi duymak istemiyorum. Beni sevdiğinizi söylemenizi istiyorum.''
    ''Seni seviyoruz, seni seviyoruz..''
    ''Bu da olmadı. İlk önce sizin söylemeniz gerekiyor.''
    ''Söyleyemeyiz sen çoktan söyledin bile.''
    ''Neden hep ben ilk söylüyorum?''
    ''Zavallı Matthew. Seni çok seviyoruz.''
    ''Ben çok sevilmek istemiyorum, sevilmek istiyorum.''
    ''Biliyor musun birisi bunu isterse, aşk diye bir şey yoktur. Sadece aşkın kanıtları vardır. Sen bize aşkını kanıtlamaya hazır mısın?''
    ''Aşkımı kanıtlamamı mı istiyorsunuz? Olur.''
    ''Küvetten çık.''
    ''Tıraş makinesi.''
    ''Ne yapıyorsun?''
    ''Ne yaptığımı sanıyorsun?''
    ''Ciddi değilsin, değil mi?''
    ''Ciddiyim.''
    ''İkiniz de delisiniz! Buna mı aşkın kanıtı diyorsunuz? Beni bir ucubeye döndürmeye mi? Bizden biri.''
    ''Bu sadece bir oyun!''
    ''Oyun mu? Isabelle, oyun mu? Bunu bir düşün. Bu birbirinize yaptığınız bir şey mi? Sizin için küçük bir çocuk mu olmamı istiyorsunuz? Oyunlar oynayabileceğin, daha ergenleşmemiş küçük bir Theo olmamı mı? Theo bunu bir düşün! Düşün!''
    ''Sakin ol, seni duyuyoruz.''
    ''Her gece aynı yatakta yatıyorsunuz, birlikte banyo yapıyorsunuz, birlikte işiyorsunuz. Bu küçük oyunları oynuyorsunuz. Keşke kendinize dışarıdan bir bakabilseydiniz.''
    ''Niye bu kadar acımasızsın?''
    ''Çünkü seni seviyorum.''
    ''İlginç bir gösterme yolu.''
    ''Seni, ikinizi de çok seviyorum ve sizi takdir ediyorum. Ama size bakıyorum ve sizi dinliyorum ve sanırım hiç büyümeyeceksiniz. Bu şekilde büyümeyeceksiniz. Birbirinize bu şekilde bağlı olduğunuz sürece...''

Televizyona baktığımda Sinematek savaşını hatırladım. Sadece bu kez, göstericiler film düşkünleri değildi. Artık sadece öğrenciler bile değildi. Ne olduğunu anlamak çok zordu ama, dükkanlar kapılarını kapattı, fabrikalar greve gitti ve bu bütün Paris'e yayılmaya başlıyordu.
 
    ''Devrim bir şenlik yemeği değildir. O, bir kitap, resim ya da goblen gibi yaratılamaz. Zarafet, sakinlik ve nezaket ile meydana getirilmez. Veya tatlılık, yumuşak başlılık, kibarlık, kendine hakim olma ve cömertlikle... Devrim, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği, bir başkaldırı, şiddet içeren bir eylemdir.''

    ''Dinle Matthew, sen büyük bir sinema düşkünüsün değil mi?''
    ''Evet.''
    ''O halde Mao'yu milyonlarca oyuncuyla film çeken, büyük bir yönetmen olarak düşün. Milyonlarca Kızıl Muhafız ellerinde kızıl kırmızı kitaplarla beraber geleceğe doğru ilerliyorlar. Silahlar yerine kitaplar. Şiddet yerine kültür. Bu ne güzel bir epik film olurdu düşünsene.''
    ''Herhalde, ama silahlar yerine kitaplar demek kolay. Ama bu doğru değil, 'kitaplar' değil, 'kitap' sadece bir kitap.''
    ''Kapa çeneni, babam gibi konuşuyorsun.''
    ''Hayır sen dinle, hayran olduğun o Kızıl Muhafızların hepsi aynı kitabı taşıyor. Aynı şarkıları söylüyor, aynı sloganları tekrarlıyorlar. Bu büyük epik filmde herkes figüran. Bu bana korku veriyor, bunu söylediğim için üzgünüm ama bana göre bariz bir çelişki var.''
    ''Niye?''
    ''Çünkü bu söylediklerine gerçekten inansaydın, orada olurdun.''
    ''Nerede?''
    ''Dışarıda, sokakta. Dışarıda bir şeyler oluyor, gerçekten önemli olabilecek gibi görünen bir şeyler. Bir şeyler değişebilir hissini veren bir şeyler. Bunu ben bile görüyorum. Ama sen orada değilsin. Benimle birlikte burada oturup, pahalı şarap içip filmlerden bahsediyorsun. Maoculuk hakkında konuşuyorsun. Neden?''
    ''Bu kadar yeter.''
    ''Hayır, neden olduğunu söyle. Kendine neden diye sor. Ben buna inandığını sanmıyorum. Bence sen lambaları alıp, posterleri asıyorsun ama bunun aslında...''
    ''Çok konuşuyorsun.''
    ''Theo beni dinle, galiba sen... Bence sen, 'birlikte' kelimesinin milyonları değil, sadece iki kişiyi belirtmesini tercih ediyorsun.''
    ''Çocuklar, çocuklar.''
    ''Ya da üç''
    ''Isa, gel ve bize katıl.''
    ''Hayır, size salonda bir sürprizim var.''



    ''Isa!''
    ''Sokak odanın içine girdi!''
    ''Ne?!''
    ''Sokak odanın içine girdi.''
    ''Bu koku da ne?''
    ''Göz yaşartıcı gaz!''
    ''Hadi! Yürüyün!''
    ''Matthew, nerdesin?''
    ''Isabelle!''
    ''Bu sadece başlangıç, kavga devam ediyor!''
    ''Bunu yakıp sağa doğru atacağım.''
    ''Theo bu yanlış!''
    ''Bu harika.''
    ''Bu şiddet! Bu yanlış.''
    ''Bu şiddet değil, bu harika.''
    ''Bu lanet şişenin içinde kahrolası faşizm var!''
    ''Ben faşist değilim, polisler faşist!''
    ''Evet, insanlara vurdukları için. Beni dinle! Bu onların yaptığı şey. Bizim yaptığımız şey bu değil, biz beynimizi kullanırız, bunu değil!''
    ''Kes şunu!''
    ''Isabelle!''
    ''Gel benimle Isabelle.''
    ''Üzgünüm Matthew...''




                                                ''Bu sadece başlangıç, kavga devam ediyor.''

30 Mart 2014 Pazar

Alex



"Bu, güzel bir konuşma. Ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. İyiliğin sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? Madem kimileri iyi insan olmayı seçiyor, madem bundan haz alıyorlar, onlara hayatta karışmam, kimse de bana karışmasın. Ama bana karışıyorlardı. Üstelik kötülük bireye özgüdür, sizlere, bana ve tek tabancalığımıza özgüdür ve bizleri yaratan bizim Tanrı'dır, hem de gururla ve keyifle yaratmıştır. Ama birey olmayan şeyler kötülüğe katlanamazlar, yani devlet ve yargıçlar ve okullar kötülüğe izin veremezler çünkü bireylere izin veremezler. Hem modern tarihimiz, bu büyük makinelerle savaşan cesur, küçük bireylerin öyküsü değil midir kardeşlerim? Bu konuda ciddiyim kardeşlerim. Ama yaptıklarımı sevdiğim için yapıyorum."


Daima sevgiler...

   ''Ben de yukarı baktım ve camdan oluşan bir kar topu gibi dev bir kubbenin altındaydık ve Mark müthiş beyaz yıldızların yalnızca kubbenin siyah camındaki birer delik olduklarını ve cennete gittiğinde camın kırılıp gideceğini, yıldız bir kağıttan başka bir şey kalmayacağını, bunun her şeyden daha parlak olacağını, ama gözlerini acıtmayacağını söyledi. Muazzam, açık ve güçsüzce sessizdi ve kendimi çok küçük hissettim.
   Bazen dışarı bakıyorum ve birçok insanın karı gördüğünü düşünüyorum, tıpkı başka birçok insanın daha önce benim okuduğum kitapları okuduğunu düşündüğüm gibi. Ve o şarkıları dinlediğini. Bu gece nasıl hissettiklerini düşünüyorum.
   Sanırım tüm demek istediğim tüm bunların çok tanıdık geldiği. Ama tanıdık gelmeleri benim olmalarından kaynaklanmıyor. Bildiğim, bir başka çocuğun da böyle hissetmiş olduğu. Dışarısı bu kadar huzurluyken ve sen istemediğin halde her şeyin hareket ettiğini görüyorken ve herkes uykudayken. Ve tüm okuduğun kitaplar başka insanlar tarafından okunmuşken. Ve tüm sevdiğin şarkılar başka insanlar tarafından dinlenmişken. Ve tüm bunları mutluyken düşündüğünde, harika hissedeceğini biliyorum, çünkü bu 'bütünlüğün' tanımı. ''

You Blister My Paint

''Ey kardeşlerim, insan bizim sütten içti mi öylece yatıverip etrafındaki her şeyin bir şekilde geçmişte olduğunu düşünmeye başlıyordu. Her şeyi dikizleyebiliyordunuz yine, hepsini, gayet net. Ama sanki bunlar eskiden varmış da artık yokmuş gibi geliyordu. Ayrıca çizmeniz ya da ayakkabınız ya da tırnağınız sizi bir şekilde hipnotize ediyordu ve aynı zamanda ensenizden bir şekilde tutulup kediymişsiniz gibi sarsılıyordunuz. Durmadan sarsılıyordunuz, hiçbir şey kalmayana dek. İsminizi, vücudunuzu ve kendinizi kaybediyordunuz ve hiç umurunuzda olmuyordu, sonra da çizmeniz ya da tırnağınız ya da her ne ise, paçanızdaki bir pislik parçası kocaman kocaman kocaman bir mekana dönüşüyordu, tüm dünyadan daha büyük bir mekana ve tam bizim Tanrı'yla tanıştırılacakken birden hepsi bitiveriyordu. Buraya ve şimdiye geri dönüyordunuz bir şekilde sızlanarak, çeneniz ühü ühü ühü demek için açılıyordu azimle. Şimdi, bu çok güzel, ama çok korkakça. Bu dünyaya sırf Tanrı'yla bağlantı kurmaya getirilmediniz. Böyle şeyler insanın tüm gücünü ve iyiliğini tüketebilir.